Günün Sözü

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN, FİKİR SAHİBİ OLUNMAZ

Son dakika haberleri

31 Mayıs 2011 Salı

Nüfus Artışı Bir Tehdit Mi, Avantaj Mı?


Başbakan, özellikle yeni evlenen gençlere "en az üç çocuk" tavsiyesinde bulunuyor. Biraz da espri ile karışık dillendirdiği bu tavsiyenin, aslında Türk milletinin beka sorunu ile ilgili olan ve fakat yüksek sesle dile getirilmesi apolitik olacak bir arka planı olabilir mi?

Bir asır önce, insanlar henüz nüfus planlaması veya diğer adı ile doğum kontrolü konsepti ile henüz tanışmamışlardı. Genel, yaygın, hükümetler tarafından özendirilen, prezante edilen bir uygulama mevcut değildi.

Bununla birlikte, tarihin çok eski devirlerinde bile, eski yunan toplumunda olduğu gibi, nüfusun artması sonucu açlık ve sefaletin olacağından korkulmuş, gelecek hakkında felaket kehanetlerinde bulunan filozoflar olmuştur. Ancak bu konuda en sistematik düşünceyi Herbert Malthus ortaya koymuştur. Herbert Malthus'un, kendi adı ile adlandırılan nüfus teorisinin özeti şudur: "Gıda maddeleri 1,2,3... gibi aritmetik diziyle artarken, nüfus 1,2,4,8... gibi geometrik diziyle artar. Bu nedenle, ileride dünya nüfusunu besleyecek kadar gıda maddesi olmayacak, büyük açlık ve sefaletler, açlık nedeniyle kitlesel ölümler olacaktır."

Karl Marx da bu teoriyi temel alarak, nüfusun giderek artacağını ama kapitalistlerin daha çok kâr elde etmek için daha az emeğin kullanacağını ön görmüştü. Marx ayrıca teknoloji yoğun üretim teknikleri kullanması sonucu büyük kitlelerin işsiz kalacağını ve nihayet bu sefalet ordusunun bir devrimle üretim vasıtalarını kapitalistlerden alarak, mülkiyete son vereceklerini, proletarya diktatörlüğünü kurarak, üstyapı kurumlarını zaman içinde ilga ederek, en sonunda devleti de tasfiye edip komünist bir toplum oluşturacaklarını da öngörmüştür.

Şöyle veya böyle, değişik kılıklar altında nüfus artışı ile kitlesel açlık ve sefalet arasında bir korelasyon hep kurulmuştur. Yaygın olmamakla beraber, erken asırlarda ilkel metotlarla gebelik sonlandırılması uygulamaları olmuştur. Ancak, vahiy orijinli dinler bu anlayışa ve uygulamalara genel olarak hep karşı olmuşlardır. Durum bugün de böyledir.

Acaba, nüfus artışı gerçekten, geçmişte bir tehdit olmuş  mudur, gelecekte de olacak mıdır?

Geçmişe bir bakarsak eğer, ne Malthus'un ne de Marx'ın kehanetlerinin gerçekleşmediğini görüyoruz.18. ve 19.yüzyıllarda dünyada ve özellikle de Avrupa'da bir taraftan büyük bir nüfus patlaması olmuş, diğer taraftan bu ülkeler endüstri ve ticarette son derece ciddi gelişmeler kaydetmişlerdir. Öyle ki, gelişen endüstriyel sektörler ve ticaret, artan aktif emek gücünü massetmiştir. Endüstri ve ticaretin gelişmesi ile insanlar hem daha çok gelir elde etmeye, hem daha az çalışmaya ve bunun sonucu olarak kültür, eğlence, dinlenme, tatil, seyahat, boş zaman tüketimi taleplerini arttırarak, hizmetler sektörünün doğması ve gelişmesini sağlamışlardır. Daha önce hiç bilinmeyen yepyeni iş alanları ve meslekler ortaya çıkmış ve yine artan nüfusu, açılan bu yeni alanlar yutmuştur. Marx'ın ve Malthus'un öngöremediği şey de işte budur.

Evet, nüfus artacak ama gerek tarımda, gerek sanayide kullanılan yeni teknolojiler, oradaki iş gücünü azaltırken, ticaret, hizmetler ve diğer alanlarda istihdamı artırmıştır.
Demek ki buradan çıkan sonuç şudur: Bilim ve teknolojinin gelişmesi ve bunun üretimde kullanılması sonucu aç ve işsiz kalan kitleler olmaz. Bugün çalışmakta olan insanların belki de yarıdan fazlası, bundan 100 sene önce hiç bilinmeyen meslekleri ve işleri icra ediyorlar; 50 sene sonra, bugün bizim belki hiç hayal bile edemeyeceğimiz işler ve mesleklerle meşgul olacaklar. Nüfus probleminin birinci boyutu bu, şimdi gelelim ikinci boyutuna.

20.yy.da hükümetlerin nüfus planlaması bağlamında doğum kontrol metotlarını teşvik etmeleri ve bunun yoğun şekilde propaganda edilmesi sonucu gerçekten nüfus artış hızı oldukça düşmüş ve hatta Avrupa kültür ve medeniyet havzasında bulunan ülkelerin çoğunda ölümleri telafi edemeyecek oranlara inmiştir. Gittikçe daha yaşlı insanlardan oluşan, nüfusu giderek azalma eğilimine girmiş bu ülkeler, şimdi de tersini yapmaya çalışmaktadırlar. Ancak bir türlü buna muvaffak olamamaktadırlar. Çünkü son asırlarda bu toplumlar, materyalize olma, hedonist bir yaşam tarzının egemen olması, cinsel özgürlük konsepti ile örselenmiş, tahrip olmuş aile yapısı bunu zorlaştırmaktadır. Batılı sosyal bilimcileri toplumlarının geleceği bakımından düşündüren en önemli sorun budur.

Türkiye'nin demografik haritasına baktığımız zaman da endişelenmemek mümkün değil. Bu haritadaki bazı parametreler eğer değişmez ise, çok uzak sayılmayacak bir gelecekte ekonomik olmayan, ama bu ülke ve millet için beka sorunu yaratacak yeni meselelerle karşılaşabileceğimizi şimdiden söyleyebiliriz.

Esas olarak, ülkemizin nüfusunun makul bir oranda artması, büyüyen, kendi hinterlandı ve kültür, medeniyet, tarih ve coğrafya havzasında bir çekim merkezi olacak potansiyele sahip ülkemiz için gereklidir. Ancak bu artış, demografik haritada eşitlenmelidir. Yoksa avantajlar, dezavantajlara dönüşür.

Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, biraz da esprilerle süsleyerek evlenen çiftlere "en az üç çocuk" tavsiye ederek, yüksek sesle konuşulması fitneye sebep olabilecek bir gerçeğe işaret etmeye çalıştığını zannediyorum.

Bu konunun öteki boyutlarını daha sonra ele alacağız. İzleyenlerime sevgi ve saygılarımla…

Yazar Hakkında
Recep Budak emekli S. Muh. Mali Müşavir -Ekonomi Maliye Uzmanı

 


Makale Kaynağı: Recep Budak - MakaleMarketi.com

Şunlar da ilginizi çekebilir:
Pazaryeri evinizde,masanızda,parmaklarınızın ucunda! http://onlinepazaryeri.blogspot.com/
Siz bu cennete hiç bulundunuz mu?Akdeniz'in İncisi http://travelguideantalya.blogspot.com/
Türkiye'den fotograflar,manzaralar http://photosfromturkey.blogcu.com/
Projeni getir,Semayeni götür-Hibe krediler rehberi http://haberyorumanaliz.freeforums.org/test-forum-1-f2.html

15 Mayıs 2011 Pazar

Cumhuriyet,demokrasi “İslam'a” aykırı mıdır?

MÜSLÜMAN TOPLUM, CUMHURİYET, DEMOKRSİ

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım: Hiyerarşik olarak zikredersek, islamın temel kaynaklarında (Kitap, sünnet, icmaî ümmet, kıyası fukaha) önerilen, dayatılan, verili bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa böyle bir toplumun demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkânı olabilir mi?
Hemen ifade edelim ki, bu kaynaklarda Müslüman bir toplumun nasıl yönetileceğine dair kesin,verili bir devlet ve yönetim sisteminin önerildiğini veya dayatıldığını söylemek mümkün değildir.
Ancak, içinin Müslüman toplum tarafından, zaman, mekân ve ihtiyaç parametrelerine göre, akıl ve ilim ışığında doldurulabileceği AHLAKÎ BİR ÇERÇEVE ortaya koyar. Ve bu ahlakî çerçeve şu beş amacın gerçekleştirilmesine hizmet eder.

1-Aklı Muhafaza
2-Nesli Muhafaza
3-Canı Muhafaza
4-Malı Muhafaza
5-Dini Muhafaza

Sistemin, rejimin, yönetim şeklinin adı ve tarzı ne olursa olsun, bu beş amacı sağlaması bu ahlakî çerçevenin ana parametreleridir.
Kısmen ekol ve yaklaşım farkları olsa da, günümüzde yeryüzünün herhangi bir yerinde hâkim bütün hukuk sistemlerinin dahi ana konusu budur. Ancak, bu hukuk sistemlerine rengini, tadını, üslubunu veren, üretildiği toplumun sahip olduğu normatif değerlerdir. Mesela batı hukukunun üstünde yükseldiği temel zemin Hıristiyan ahlakı, Yahudi-Yunan (Judeo-Grek)  felsefesi ve emperyal karakterli Roma hukukudur ve özellikle batı sivil hukukunun dominant unsurudur.
 Yeryüzünde bugün fiilen egemen olan veya bilinmekle beraber egemen olmayan, müzeye konulmuş hukuk sistemlerinden hangisinin yukarıdaki 5 amaca en uygun olduğu veya olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
Burada laiklik tartışmalarını doğru bir zemine oturtacak şu konuya da hemen işaret etmeliyiz. Günümüz devletlerinin ve onların hukukî müktesebatının “Dini Muhafaza” gibi bir fonksiyonu olmalı mıdır?
Modern devletin, bir dinî inancı –dini muhafaza mülahazası ile- vatandaşlarına dayatmak (veya yasaklamak) gibi bir fonksiyonu olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak modern devletin, vatandaşlarının dinî inançlarını özgürce ve korkusuzca, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan yaşamalarını, öğrenmelerini, öğretmelerini, kendilerini ifade etmelerini, kendi dinî vakıf ve kurumlarını oluşturabilmelerini mümkün kılacak vasatı korumak gibi bir görevi vardır ve bu görev aynı zamanda temel insan hakları konseptinin bir gereğidir.
Bu tespitlerden sonra, yazıya başlık olan soruya cevap olacak şu sonucu ortaya koyalım:
*İslam’ın dayattığı, verili, tanımlanmış bir devlet ve rejim şekli yoktur. Müslüman toplum, yaşadıkları coğrafya, tarihi müktesebat, sosyo-ekonomik yapı ve ihtiyaçlar, yaşadıkları zaman kesitinde karşı karşıya bulundukları problemler ve diğer konjonktürel şartlara göre, o günün siyasi ve hukuki düzenini yaparlar, bu görevleri yapacak organları oluştururlar. Yukarıda ifade edilen 5 amacın gerçekleştirilmesi
genel ahlaki çerçevedir ve vatandaşlar veya onu temsil eden organlar tarafından bu çerçevenin içi o günün ihtiyaçlarına, aklın ve bilimin verilerine göre istedikleri şekilde doldurulur. Cenabı Hak bu alanı insana bırakmıştır; hata yaparlarsa da sonuçlarına kendileri katlanır.
*İslam’ın önerdiği bir devlet şeklinden illaki söyleyeceksek, bunun adı CUMHURİYET’TİR. Asr-ı Saadet dönemine baktığımız zaman, devlet yöneticilerinin saltanat usulü değil, şura yöntemi ile ve liyakate göre belirlendiğini görüyoruz. O çağda henüz yeryüzünde böyle bir benzeri olmayan bu uygulamayı günümüz kodları ile okursak, buna Cumhuriyet denir. “Cumhur”, yani halkın iştirak ettiği yönetim. Halkın, kendi hizmetlerini yürütecek idarecilerini-organlarını gerçekten hür iradesi ile belirlediği rejime de DEMOKRASİ denir.

SONUÇ: Bazılarının zannettiği gibi, İslam-demokrasi zıtlığı gibi bir dilemma yoktur. Bu ya bilgisizlik sonucu veya bazılarının kasten yaratmaya çalıştığı bir yanılgıdır.
Dünyanın en zengin coğrafyasının sahipleri olan Müslüman toplumlarda açık, demokratik ve hür rejimler oluştuğu zaman, bugün batı hegemonyası ve çıkarlarına göre belirlenen dünya düzeni, tamamen bu coğrafyanın ve medeniyet havzasının yükselen yeni güçleri tarafından şekillenecektir. 

Recep Budak
Ekonomi-Maliye Uzmanı