Günün Sözü

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN, FİKİR SAHİBİ OLUNMAZ

Son dakika haberleri

11 Haziran 2011 Cumartesi

TEMİZ BİR DÜNYA GERÇEĞİN BİLGİSİ İLE KURULUR

 Yazar: Recep Budak
İnsanoğlu,yeryüzünde var olduğundan beri,kendisi,üzerinde yaşadığı dünya,onu kuşatan kainat,hayat ve ölüm,yaratlışının gayesi hakkında gerçek bilgilerin ışığında hayatı anlamlandırdığı ve yaşamı buna göre inşaa ettiği her zaman huzur ve mutluluk içinde olmuş,çevresi ile barışık ve fıtratına uygun bir kültür ve medeniyet kurmuştur.
Gerçeğin bilgisi unutulduğu veya unutturulduğu zaman kesitlerinde ise zulüm,kirlilik ve karanlıklar, anormal ve patalojik buhranlar,kan ve göz yaşı yeryüzünü cehenneme çevirmiştir.Tıpkı günümüz dünyasında hakim bulunan,zorbalık ve gücün üstünlüğüne,zan,vehim,yalan,dezenfomrasyon,nefsani ve şehvani motivasyonlarla kirletilmiş bilgilere dayalı medeniyetler (daha doğrusu "deniyyetler" demek gerek) ve  onun kurucu ve koruyucu güçlerinin gayr-i insani sistemleri gibi...
Peki,ne demek "GERÇEĞİN BİLGİSİ" ve bu nasıl elde edilir?
Gerçeğin bilgisinden maksat,"İLMİ"  metotlarla,bilgi kaynaklarından süzülerek elde edilen bilgidir.O halde ikinci sorumuz şu olacaktır:Bilgi kaynakları nedir,ne olmalıdır?
Günümüz dünyasında pozitivist bir bilim felsefesi hakimdir.Pozitivist bilim felsesfesi,temel olarak iki kaynağı bilimsel bilginin kaynağı olarak kabul eder.
1-Akıl
2-Deney ve gözlem.
Pozitivist bir bilim insanı,"aklımın almadığı,gözleyemediğim,deneyleyemediğim hiç bir şeyi kabul etmiyorum",diyerek olayları izah etmeye çalışır.Pozitivist bilim adamı,beş duyusu ile algılamayamadığı,laboratuvarda deneyleyemediği,akli melekeleri ile tahayyül edemediği her şeyi yok farzeder ve bunu umursamaz.
Şimdi de üçüncü sorumuzu soralım:Peki,bu iki kaynaktan elde edilen bilgi ile hayatın,maddenin,kainatın eksiksiz izahı yapılabilir ve kusursuz olarak anlamlandırılabilir mi?
Bir bakalım:
1-Bilgi kaynağı olarak akıl.
Elbetteki,insan aklı bilginin elde edilmesi,işlenmesi ve üretilmesind kaynaklardan biridir.Ancak,sadece insan aklı ile bütün gerçeklere ulaşmak mümkün değildir.Zira,insan aklının sınırları vardır.Tarih boyunca yaşanan bitmez-tükenmez felsefe ekolleri ve kavgaları,insan aklının mutlak gerçeği tek başına kavrayamayacağının açık ispatıdır.İnsan aklının,hayatı,maddeyi,insanı ve kainatı izah çabalarının eseri olan felsefe,bu izah çabalarında birlik sağlayamamış,farklı felsefe ekolleri ve kavgaları ortaya çıkmıştır.
Bazen,insan aklına ve mantığına uygun ve doğru gelen bir bilginin,deney ve gözlem sonucu yanlış olduğu ispat edilebilmektedir.O halde,bilgi kaynağı olarak akıl tek başına yetersizdir ve ilave kaynaklara ihtiyaç vardır.
2-Deney ve Gözlem.
Bilgilerimizi geliştirmek ve üretmekte,deney ve gözlem metodu da araçlarımızdan biridir.Maddeyi,kainatı ve içindeki olayları gözleyerek,belli şartlar altında muayyen denemeler yaparak olaylar arasındaki kanuniyeti ve korelasyonu tespit etmek ve bu bilgiden yararlanarak hayatımızı anlamlandırmak ve kolaylaştırmak gerekir.
Aklımız,deney ve gözlemlerimiz ile elde ettiğimiz bilgiler,elbetteki bizi "Gerçeğin Bilgisi"ne yaklaştıracaktır. Ancak, hala bu iki kaynaktan elde ettiğimiz bilgiler bile, kainatı ve yaratılış gayemizi anlamakta bize kafi gelmeyecektir.
Zira,aklımızın sınırları gibi, duyularımızın da sınırları vardır. Fiziki çevremizden görerek,dokunarak,işiterek,tadarak,koklayarak elde ettiğimiz bilgilerimizin sınırları vardır.Gözümüz, 0,4-0,8 mikron dalga boyundaki ışıkları ve bu ışıkları yayan cisimleri görmekte,kulaklarımız belli frekans aralıklarındaki sesleri işitmektedir.Bu yeteneklerimizi teknik araç-gereçlerle genişletebilsek bile,bu muazzam mikro ve makro kozmoz plandaki bütün vetireleri ve kainatın bütün kesimlerini gözleyebilmemize ve laboratuvarlarımıza sokabilmemize imkanımız bulunmamaktadır.
O halde, bizim aklımızın ve beş duyumuzun imkan ve kabiliyetleri ile elde edemiyeceğimiz ve nihai olarak hayatı ve kainatı anlamlandırabilmemiz için gerekli ilave üçüncü bilgi kaynağımız var mıdır?
Elbette vardır.
Burada,İslam dünyasının mümtaz akaid alimleri tarafından asırlarca önce ortaya konmuş bulunan,İslam'ın bilgi metoduna bir göz atalım.
İslama göre bilgi kaynakları üçtür:
1-Akıl
2-Deney ve müşahade.(Havassı-selime:beş duyu ile elde edilen bilgi.)
3-Vahiy.
Evet,pozitivist bilim felsefesinin henüz yabancı olduğu VAHİY.
Her şeyi yoktan var eden, mülkün mutlak sahibi, bizim akıl ve beş duyumuzla elde edemiyeceğimiz bilgileri, bize olan rahmetinin, sevgisinin nedeniyle gönderdiği kitap ve peygamberlerle, hayatımızı doğru inşaa edebilmemiz, dünyamızı yaşanabilir, ahiretimizi de saadet yurdu haline getirebilmemizi murat etmiştir.
Son söz: Vahiysiz bilim, zulüm ve ihtirasın aracı olmaktan kurtulamaz.



İşte bazı örnekleri:



Sionist İsrail ihtirasının Filistin'de irtikâb ettiği zulümlerden bir örnek

5 Haziran 2011 Pazar

fikirlerdemeti

fikirlerdemeti

ALFABENİN AYNI HARFLERİ İLE YAZILANLAR : TÜRK=KÜRT



“Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir; Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa, Kürt değildir!”
Tarih, Dil, Antropoloji, Etnografya ve Etnoloji, Milli Destan ve Gelenekler ile Folklor gibi, toplumların köklerini ve soyunu araştırıp, belirtmeye yarayan bütün ilimler bakımından, Dicle-Kürtleri iyice araştırılınca, varabileceğimiz sonuç, Türklük ve Oğuzluktur. Fakat başta Ruslar, bütün tarihi Türklüğü parçalayıp dağıtarak sömürüp yutmakla geçen “Sarı-Moskoflar”, ve diğer emperyalist batılı devletler, Akademisyen, araştırmacı, diplomat, ilim adamı adamlı kılıklı ajanları ile her bir Türk kolundan yeni uluslar yaratıp Çin Seddi’nden Viyana’ya kadar olan Türk coğrafyasında oluşabilecek potansiyel Türk birliğini engellemek, milli varlık ve kimliklerini yok etmek için öteki Türk boylarına (mesela,Türkmen,  Özbek, Kazanlı, Kırımlı, Kırgız, Kazak, Başkurt, hatta kasıtlı olarak 1918’den beri bir Fars uruğuna ait olan “Azeri” adını takip, bize de okul kitaplarımızda kullandırıp, gazetelerde bile bahsettirdikleri Azerbaycanlı Türk) urukları gibi, “Kürtleri”de “Türklerden ayrı ırktan” göstererek onlardan da ayrı bir millet yaratma gayretleri ile emperyalist yayılma stratejilerini uygulaya gelmişlerdir.Milli varlığımızın, tarihimizin ve medeniyetimizin düşmanı olan bu güçlerin sistemli bozgunculuklarına yayınlarına, yalan ve yaygaralarına asla alet olmamalıyız ve başkalarının istediği gibi saptırarak yazıp çizip bizim insanımızı tanımlamasına itibar etmemeliyiz. Cenabı-Hak, bize de akıl ve idrak vermiştir. Gerçek ilim görüşü ve metotlarını, biliyoruz. Bunlara göre ve “ön hükümlerden sıyrılmış” olarak, her şey gibi, Kürtlerin tarih, dil ve öteki sosyal bilimler bakımından incelenmesini, kendimiz yapmalıyız. “Kürtler” uruğundan sayılan ve gerçek ilim kafası olanlar da, bu işe eğilmeli.

Bugüne kadar ayrı bir etnik unsur olarak takdim edilen Kürtlerin asli kimlikleri, tarihi geçmişleri hakkında sırf merak saikı ile biraz araştırma yapan dürüst, iyi niyetli, ilmî zihniyet ve haysiyet sahibi olan birinin, kısa bir tarih yolculuğu ile varacağı sonuçlar şunlardır:

1-Kürtler, kesinlikle Türk boylarından biridir.
Sadece Türklerde ve Kürtlerde görülen ve başka hiçbir çevre topluluklarda görülmeyen âdetler, inanışlar, efsaneler, folklorik unsurlar, Türk’ün olduğu her coğrafya’da Kürt’ün de yaşıyor olması, bu gerçeği tartışmasız ortaya koymaktadır. Hiçbir İran veya Hint-Avrupalı/Aryani topluluğunda bulunmayan “Kürt” veya buna benzer bir etnik topluluk, yalnız Moğolistan kuzey batısındaki Sayan Dağları’ndan Viyana’ya ve Sibir’den Basra Körfezine kadar bütün Türk coğrafyasında, güçlü ve kalabalık bir uruk (kavim) olarak görülmektedir. Sosyolojik, antropolojik, coğrafi ve tarihi bütün bulgular, bu iki topluluğun soy bakımından akraba olduğunu kesin bir şekilde ispat etmektedir.(1)
TÜRK ve KÜRT kelimeleri bile aynı sesler ve bu sesleri ifade eden kelimelerden oluşmaktadır.

2-Günümüzdeki Kürtçülük cereyanının kökleri, geçtiğimiz asırlarda İngiliz-Rus ve Fransız yayılma stratejileri ve çıkarlarının çatışması, batının “Şark Meselesi” olarak adlandırdıkları tarihî planlarına ve bunu gerçekleştirmek üzere yaptıkları uzun soluklu çalışmalarına dayanmaktadır.

Türk Milleti’nin içinden farklı bir millet yaratıp bunu da geleceğin potansiyel dünya gücü Türkiye’nin gelişmesinin, güçlenmesinin engellenmesi, kendi çıkarlarının bekçiliği rolüne razı olmuş, hiçbir iddiası olmayan orta düzey bir müttefik olarak kalmasının sağlanması için kontrol unsuru olarak kullanılması günümüzün emperyal güçlerinin açık veya gizli amaçları olmaya devam etmektedir.

3-Emperyalist güçler, kendi coğrafyalarında siyasi-ekonomik birleşmeleri be entegrasyonları teşvik eder ve yapılandırırken, kendi dışındaki coğrafyada –özellikle İslam coğrafyasında- sosyolojik, kültürel, etnik, dinî, mezhebi… vs bulabildiği her renk ve tonu kullanarak bölünmeyi teşvik ve himaye etmekte, bu farklılıklara dayalı kin, nefret, fitne ve fesat tohumlarını ekip bu toplumların zenginliklerini talan etme planları yapmakta ve uygulamaktadırlar. Ne Türk, ne Kürt, ne Arap… Onların umurlarında değildir. Onların tek umurlarında olan şey zenginlik kaynaklarını ele geçirmek, talan etmek, sömürmekten ibarettir.
4-Yapay olarak yaratılmış -veya yaratılmamış bile olsa- Etnik temele dayalı bir ayırımcılık, batıda doğmuş ve dünyaya ihraç edilmiş bir virüstür.
Ve bu virüs, emperyalist güçlerin, zenginliklerini ele geçirmek istedikleri milletleri yıpratmak, kuvvetten düşürmek, bölmek, parçalamak ve hükmetmek amacı ile kullanılmaktadır.
Bu emperyalist planların uygulama alanı olan coğrafyanın ve onun sahiplerinin bu planlar karşısında şuurlu bir şekilde ayağa kalkıp, dünyaya şekil vermeye çalışanların nesnesi olmaktan kurtulmaları, tam aksine, dünya nizamının özneleri olmak için, her alanda birleşip bütünleşmeleri, aralarındaki tefrikaları kurutup, bütün imkân ve kabiliyetlerini, geleceklerini inşa etmek üzere bir araya getirmeleri gerekmektedir.

Son Sözler:
*Müminler kardeştir.
*Küfür (aslında) tek millettir. (Mefhum-u muhalifi: İman da tek millettir)
*Ne Arap’ın aceme, ne Acem’in araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük TAKVA iledir.
*Dünya coğrafyasında nerede Türk varsa orada Kürt de vardır.Ve alfabenin aynı harfleri ile(T,R,Ü,K) yazılan ve bu kadar iç içe yaşayan,kaynaşmış başka bir topluluk örneği yoktur.Akıl sahipleri için buradan çıkarılması gereken pozitif dersler vardır.

Recep Budak
Ekonomi-Maliye Uzmanı
Emekli S.Muhasebeci Mali Müşavir

Türkiye'nin üniter yapısı asla bölünemez. Biz tek milletiz, birliğimiz, beraberliğimiz esastır.

31 Mayıs 2011 Salı

Nüfus Artışı Bir Tehdit Mi, Avantaj Mı?


Başbakan, özellikle yeni evlenen gençlere "en az üç çocuk" tavsiyesinde bulunuyor. Biraz da espri ile karışık dillendirdiği bu tavsiyenin, aslında Türk milletinin beka sorunu ile ilgili olan ve fakat yüksek sesle dile getirilmesi apolitik olacak bir arka planı olabilir mi?

Bir asır önce, insanlar henüz nüfus planlaması veya diğer adı ile doğum kontrolü konsepti ile henüz tanışmamışlardı. Genel, yaygın, hükümetler tarafından özendirilen, prezante edilen bir uygulama mevcut değildi.

Bununla birlikte, tarihin çok eski devirlerinde bile, eski yunan toplumunda olduğu gibi, nüfusun artması sonucu açlık ve sefaletin olacağından korkulmuş, gelecek hakkında felaket kehanetlerinde bulunan filozoflar olmuştur. Ancak bu konuda en sistematik düşünceyi Herbert Malthus ortaya koymuştur. Herbert Malthus'un, kendi adı ile adlandırılan nüfus teorisinin özeti şudur: "Gıda maddeleri 1,2,3... gibi aritmetik diziyle artarken, nüfus 1,2,4,8... gibi geometrik diziyle artar. Bu nedenle, ileride dünya nüfusunu besleyecek kadar gıda maddesi olmayacak, büyük açlık ve sefaletler, açlık nedeniyle kitlesel ölümler olacaktır."

Karl Marx da bu teoriyi temel alarak, nüfusun giderek artacağını ama kapitalistlerin daha çok kâr elde etmek için daha az emeğin kullanacağını ön görmüştü. Marx ayrıca teknoloji yoğun üretim teknikleri kullanması sonucu büyük kitlelerin işsiz kalacağını ve nihayet bu sefalet ordusunun bir devrimle üretim vasıtalarını kapitalistlerden alarak, mülkiyete son vereceklerini, proletarya diktatörlüğünü kurarak, üstyapı kurumlarını zaman içinde ilga ederek, en sonunda devleti de tasfiye edip komünist bir toplum oluşturacaklarını da öngörmüştür.

Şöyle veya böyle, değişik kılıklar altında nüfus artışı ile kitlesel açlık ve sefalet arasında bir korelasyon hep kurulmuştur. Yaygın olmamakla beraber, erken asırlarda ilkel metotlarla gebelik sonlandırılması uygulamaları olmuştur. Ancak, vahiy orijinli dinler bu anlayışa ve uygulamalara genel olarak hep karşı olmuşlardır. Durum bugün de böyledir.

Acaba, nüfus artışı gerçekten, geçmişte bir tehdit olmuş  mudur, gelecekte de olacak mıdır?

Geçmişe bir bakarsak eğer, ne Malthus'un ne de Marx'ın kehanetlerinin gerçekleşmediğini görüyoruz.18. ve 19.yüzyıllarda dünyada ve özellikle de Avrupa'da bir taraftan büyük bir nüfus patlaması olmuş, diğer taraftan bu ülkeler endüstri ve ticarette son derece ciddi gelişmeler kaydetmişlerdir. Öyle ki, gelişen endüstriyel sektörler ve ticaret, artan aktif emek gücünü massetmiştir. Endüstri ve ticaretin gelişmesi ile insanlar hem daha çok gelir elde etmeye, hem daha az çalışmaya ve bunun sonucu olarak kültür, eğlence, dinlenme, tatil, seyahat, boş zaman tüketimi taleplerini arttırarak, hizmetler sektörünün doğması ve gelişmesini sağlamışlardır. Daha önce hiç bilinmeyen yepyeni iş alanları ve meslekler ortaya çıkmış ve yine artan nüfusu, açılan bu yeni alanlar yutmuştur. Marx'ın ve Malthus'un öngöremediği şey de işte budur.

Evet, nüfus artacak ama gerek tarımda, gerek sanayide kullanılan yeni teknolojiler, oradaki iş gücünü azaltırken, ticaret, hizmetler ve diğer alanlarda istihdamı artırmıştır.
Demek ki buradan çıkan sonuç şudur: Bilim ve teknolojinin gelişmesi ve bunun üretimde kullanılması sonucu aç ve işsiz kalan kitleler olmaz. Bugün çalışmakta olan insanların belki de yarıdan fazlası, bundan 100 sene önce hiç bilinmeyen meslekleri ve işleri icra ediyorlar; 50 sene sonra, bugün bizim belki hiç hayal bile edemeyeceğimiz işler ve mesleklerle meşgul olacaklar. Nüfus probleminin birinci boyutu bu, şimdi gelelim ikinci boyutuna.

20.yy.da hükümetlerin nüfus planlaması bağlamında doğum kontrol metotlarını teşvik etmeleri ve bunun yoğun şekilde propaganda edilmesi sonucu gerçekten nüfus artış hızı oldukça düşmüş ve hatta Avrupa kültür ve medeniyet havzasında bulunan ülkelerin çoğunda ölümleri telafi edemeyecek oranlara inmiştir. Gittikçe daha yaşlı insanlardan oluşan, nüfusu giderek azalma eğilimine girmiş bu ülkeler, şimdi de tersini yapmaya çalışmaktadırlar. Ancak bir türlü buna muvaffak olamamaktadırlar. Çünkü son asırlarda bu toplumlar, materyalize olma, hedonist bir yaşam tarzının egemen olması, cinsel özgürlük konsepti ile örselenmiş, tahrip olmuş aile yapısı bunu zorlaştırmaktadır. Batılı sosyal bilimcileri toplumlarının geleceği bakımından düşündüren en önemli sorun budur.

Türkiye'nin demografik haritasına baktığımız zaman da endişelenmemek mümkün değil. Bu haritadaki bazı parametreler eğer değişmez ise, çok uzak sayılmayacak bir gelecekte ekonomik olmayan, ama bu ülke ve millet için beka sorunu yaratacak yeni meselelerle karşılaşabileceğimizi şimdiden söyleyebiliriz.

Esas olarak, ülkemizin nüfusunun makul bir oranda artması, büyüyen, kendi hinterlandı ve kültür, medeniyet, tarih ve coğrafya havzasında bir çekim merkezi olacak potansiyele sahip ülkemiz için gereklidir. Ancak bu artış, demografik haritada eşitlenmelidir. Yoksa avantajlar, dezavantajlara dönüşür.

Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, biraz da esprilerle süsleyerek evlenen çiftlere "en az üç çocuk" tavsiye ederek, yüksek sesle konuşulması fitneye sebep olabilecek bir gerçeğe işaret etmeye çalıştığını zannediyorum.

Bu konunun öteki boyutlarını daha sonra ele alacağız. İzleyenlerime sevgi ve saygılarımla…

Yazar Hakkında
Recep Budak emekli S. Muh. Mali Müşavir -Ekonomi Maliye Uzmanı

 


Makale Kaynağı: Recep Budak - MakaleMarketi.com

Şunlar da ilginizi çekebilir:
Pazaryeri evinizde,masanızda,parmaklarınızın ucunda! http://onlinepazaryeri.blogspot.com/
Siz bu cennete hiç bulundunuz mu?Akdeniz'in İncisi http://travelguideantalya.blogspot.com/
Türkiye'den fotograflar,manzaralar http://photosfromturkey.blogcu.com/
Projeni getir,Semayeni götür-Hibe krediler rehberi http://haberyorumanaliz.freeforums.org/test-forum-1-f2.html

15 Mayıs 2011 Pazar

Cumhuriyet,demokrasi “İslam'a” aykırı mıdır?

MÜSLÜMAN TOPLUM, CUMHURİYET, DEMOKRSİ

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım: Hiyerarşik olarak zikredersek, islamın temel kaynaklarında (Kitap, sünnet, icmaî ümmet, kıyası fukaha) önerilen, dayatılan, verili bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa böyle bir toplumun demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkânı olabilir mi?
Hemen ifade edelim ki, bu kaynaklarda Müslüman bir toplumun nasıl yönetileceğine dair kesin,verili bir devlet ve yönetim sisteminin önerildiğini veya dayatıldığını söylemek mümkün değildir.
Ancak, içinin Müslüman toplum tarafından, zaman, mekân ve ihtiyaç parametrelerine göre, akıl ve ilim ışığında doldurulabileceği AHLAKÎ BİR ÇERÇEVE ortaya koyar. Ve bu ahlakî çerçeve şu beş amacın gerçekleştirilmesine hizmet eder.

1-Aklı Muhafaza
2-Nesli Muhafaza
3-Canı Muhafaza
4-Malı Muhafaza
5-Dini Muhafaza

Sistemin, rejimin, yönetim şeklinin adı ve tarzı ne olursa olsun, bu beş amacı sağlaması bu ahlakî çerçevenin ana parametreleridir.
Kısmen ekol ve yaklaşım farkları olsa da, günümüzde yeryüzünün herhangi bir yerinde hâkim bütün hukuk sistemlerinin dahi ana konusu budur. Ancak, bu hukuk sistemlerine rengini, tadını, üslubunu veren, üretildiği toplumun sahip olduğu normatif değerlerdir. Mesela batı hukukunun üstünde yükseldiği temel zemin Hıristiyan ahlakı, Yahudi-Yunan (Judeo-Grek)  felsefesi ve emperyal karakterli Roma hukukudur ve özellikle batı sivil hukukunun dominant unsurudur.
 Yeryüzünde bugün fiilen egemen olan veya bilinmekle beraber egemen olmayan, müzeye konulmuş hukuk sistemlerinden hangisinin yukarıdaki 5 amaca en uygun olduğu veya olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
Burada laiklik tartışmalarını doğru bir zemine oturtacak şu konuya da hemen işaret etmeliyiz. Günümüz devletlerinin ve onların hukukî müktesebatının “Dini Muhafaza” gibi bir fonksiyonu olmalı mıdır?
Modern devletin, bir dinî inancı –dini muhafaza mülahazası ile- vatandaşlarına dayatmak (veya yasaklamak) gibi bir fonksiyonu olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak modern devletin, vatandaşlarının dinî inançlarını özgürce ve korkusuzca, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan yaşamalarını, öğrenmelerini, öğretmelerini, kendilerini ifade etmelerini, kendi dinî vakıf ve kurumlarını oluşturabilmelerini mümkün kılacak vasatı korumak gibi bir görevi vardır ve bu görev aynı zamanda temel insan hakları konseptinin bir gereğidir.
Bu tespitlerden sonra, yazıya başlık olan soruya cevap olacak şu sonucu ortaya koyalım:
*İslam’ın dayattığı, verili, tanımlanmış bir devlet ve rejim şekli yoktur. Müslüman toplum, yaşadıkları coğrafya, tarihi müktesebat, sosyo-ekonomik yapı ve ihtiyaçlar, yaşadıkları zaman kesitinde karşı karşıya bulundukları problemler ve diğer konjonktürel şartlara göre, o günün siyasi ve hukuki düzenini yaparlar, bu görevleri yapacak organları oluştururlar. Yukarıda ifade edilen 5 amacın gerçekleştirilmesi
genel ahlaki çerçevedir ve vatandaşlar veya onu temsil eden organlar tarafından bu çerçevenin içi o günün ihtiyaçlarına, aklın ve bilimin verilerine göre istedikleri şekilde doldurulur. Cenabı Hak bu alanı insana bırakmıştır; hata yaparlarsa da sonuçlarına kendileri katlanır.
*İslam’ın önerdiği bir devlet şeklinden illaki söyleyeceksek, bunun adı CUMHURİYET’TİR. Asr-ı Saadet dönemine baktığımız zaman, devlet yöneticilerinin saltanat usulü değil, şura yöntemi ile ve liyakate göre belirlendiğini görüyoruz. O çağda henüz yeryüzünde böyle bir benzeri olmayan bu uygulamayı günümüz kodları ile okursak, buna Cumhuriyet denir. “Cumhur”, yani halkın iştirak ettiği yönetim. Halkın, kendi hizmetlerini yürütecek idarecilerini-organlarını gerçekten hür iradesi ile belirlediği rejime de DEMOKRASİ denir.

SONUÇ: Bazılarının zannettiği gibi, İslam-demokrasi zıtlığı gibi bir dilemma yoktur. Bu ya bilgisizlik sonucu veya bazılarının kasten yaratmaya çalıştığı bir yanılgıdır.
Dünyanın en zengin coğrafyasının sahipleri olan Müslüman toplumlarda açık, demokratik ve hür rejimler oluştuğu zaman, bugün batı hegemonyası ve çıkarlarına göre belirlenen dünya düzeni, tamamen bu coğrafyanın ve medeniyet havzasının yükselen yeni güçleri tarafından şekillenecektir. 

Recep Budak
Ekonomi-Maliye Uzmanı